Sanskrit dilinde bir kelime olan yoga, “kontrol etmek”, “boyunduruk altına almak” anlamlarına gelen “yuc” kökünden gelmektedir. Bir diğer anlamı da “bütünleşmek”, “bir araya getirmek”tir.
Peki, kontrol altında olmayan ya da dağılmış olan nedir ki yoga bunları bir araya getirmeye çalışıyor? Bunu kısaca “zihin, beden, ruh bütünlüğü” olarak belirtsek de “bireysel bilincin evrensel bilinçle bütünleşmesi” olarak da ifade edebiliriz. Yoga, bu bütünleşme yolunda yardım alabileceğimiz belirli fiziksel hareketleri, nefes ve konsantrasyon çalışmalarını, meditasyon gibi çeşitli teknikleri içeren 8 basamaklı bir sistemdir.
“Yoga” teriminin geçtiği bilinen ilk kaynak “Rigveda”dır (Sanskrit dilinde MÖ 1200 yıllarında sözlü ve yazılı olarak aktarılmış bilgiler). “Veda”ların son döneminde ortaya çıkan, Upanişad adı verilen sözlü ve yazılı öğretilerle Patanjali isimli bir bilge (Bazı kaynaklarda Patanjali’nin MÖ 200 ile MS 200 arasında yaşamış ve aynı ismi kullanan bir grup bilge olduğu söylenir.) “Yoga Sutraları” yazarak yogayı detaylara girmeden, sistematik bir şekilde yazıya dökmüştür. Patanjali Yoga Sutraları’na göre “Yoga, zihnin dalgalanmalarının durdurulmasıdır.”
Yoga aynı zamanda varoluşa dair tutkulu bir araştırmadır ve her araştırma gibi sorularla başlar. “Ben kimim?”, “Neden buradayız?”, “Nereden geldik?”, “Nereye gidiyoruz?” soruları zaman ve mekân tanımaksızın her devirde insanın zihnini kurcalamıştır. Yoga, bu sorulara yanıt arayanların kullanabileceği araçlardan bir tanesi. Bu araç bize “Dön ve içine bak!” diyor. “Çünkü dışarıda, kitaplarda, kurslarda, başkalarında, hatta Hindistan’da aradığın her şey zaten kendi içinde mevcut.” Daha çok bilgi edinerek yanıtlar alabileceğimizi zannederken yoga diyor ki “Asıl içindeki kaynakla bağlantı kurarak öğreneceksin.”
Başlangıç öyküleri
Hepimiz çocukluğumuzdan beri içine doğduğumuz ailenin, kültürel yapının, çevresel koşulların etkisindeki duygusal ve fiziksel paternler içinde büyüyoruz. Dünyayı algılayış biçimimiz bu koşullara göre şekilleniyor. Bu paternler hem duygusal hem fiziksel boyutlarda oluyor. Hiç spor yapmayan bir ailede yetişen bir çocuğun beden algısı, dünyayı adaletsiz bir yer olarak gören bir ailede yetişen çocuğun dünyaya bakış açısı veya kendi düşüncesini ifade etmesine izin verilmeyen bir aile ortamında büyümüş çocuğun toplum içinde ne kadar aktif bir rol oynayacağı bu koşullara göre şekillenir. Bir çocuk olarak başka bir çevre görmediğimiz için tüm gördüklerimizi gerçek olarak kabul ederiz. Bize ait olmayan bu duygu ve düşünce kalıplarını adeta bize aitmişçesine benimsemeye başlayıp, esasen nereden geldiklerini unuttukça kendimiz zannettiğimiz kişilikler inşa etmeye başlarız. Sonra da hayatı bu ezberlenmiş kalıplar içinde, kendi kısıtlı bakış açımızdan deneyimleriz. Üstümüze giydiğimiz tüm o fikirler, yaşanmamış ve bastırılmış duygular gün geçtikçe omuzlarımızda yük olmaya başlar. Kiminde ruhsal sıkıntılar, kiminde boyun ağrısı, kiminin bedeninde katılık, kiminde duygusal patlamalar şekilde kendini açığa vurur. Semptom ne olursa olsun, tüm bu belirtilerin hepsi bozulan içsel dengenin, daha net söylemek gerekirse sinir sistemindeki dengesizliğin göstergesidir. Vücudumuzun iletişim sistemi olan sinir sisteminin bu şekilde uyarılmış halde olması kendimizle ve dolayısıyla dış çevremizle olan iletişimimizin kalitesini belirler. Genel olarak doğal varoluş halimizle hizamızı kaybetmiş hale gelir, tekrar kalibre olmanın yollarını ararken bazen soluğu bir yoga stüdyosunda alırız. Derslerde “Neden başladın yogaya?” diye sorulduğunda “Çok stresli bir hayatım var.”, “Esnemek istiyorum.”, “Bedenim çok zayıf, güçlenmek istiyorum.” gibi farklı cevapların gelmesi, herkesin yarasının başka yerden kanamasından ötürüdür.
Yoga bu sebeple “anda olma”nın önemini vurgular, “şimdi”de yaşamanın altını çizer.
Günümüzde yoga genelde “asana”, yani fiziksel çalışmalardan ibaret olarak dışarıya yansıyor ki bu çok anlamlı. Çünkü beden dediğimiz şey, kaç yaşındaysak o zamana kadar deneyimlediğimiz tüm yaşanmışlıkların depolandığı büyük bir veritabanı. Bedenle çalışmak demek görünmeyen kendimizle, kendi bilinçdışımızla çalışmak demek.
Bedenimiz geçmişimizin bir anısıdır. Carl Gustav Jung bunu “Bedenle çalışmak, gölge yanımızla çalışmak demektir.” diye ifade ediyor. Bedenimizin hatırlayabilmek için hareket etmeye ihtiyacı var ki bedende birikenler, saklananlar gün ışığına çıksın. İçeriden çıkan her şey bizi iyileştirir, içimizde tuttuklarımız bizi hasta eder. Beynimiz unutmaya programlı, ona acı veren deneyimleri saklama eğiliminde. Bizim görevimizse hatırlamak ve tabiri caizse görmezden geldiklerimizle helalleşerek yolumuza devam edebilmek. Yazının başında bahsettiğimiz İşha Upanişad’da şöyle der: “Ey zihin! Hatırla yaptıklarını, hatırla.”
Yoga bu sebeple “anda olma”nın önemini vurgular, “şimdi”de yaşamanın altını çizer. Geçmişimize ve geçmişte yaşadığımız tüm olaylara ne kadar hakimsek, onların ne kadar farkındaysak o kadar bu anda kalabiliyor ve taze, sıcacık bir gelecek inşa edebiliyoruz. Yoga samimiyetle bakarak her şeyi kucaklamak demek. Kendi içsel dinamiklerinize, bilinçdışı materyalinize, içsel kimyanıza, yani duygularınıza ne kadar yakından tanık olabilirseniz o ölçüde hayatınızın inşasında aktif rol almaya başlıyorsunuz. O zaman bedeninizle barışmaya, o zaman kendi arazlarınızla kucaklaşmaya başlıyorsunuz ve ancak kendini kucaklayabilen biri başkasına da kucak açabiliyor. Kendini seven biri başkasını sevebiliyor. O yüzden yoga kendi içsel devriminizle alakalı.
Matın üzerine çıkıp hareket ettiğimiz her an, nefesimizle çalıştığımız her an, oturup meditasyon yaptığımız her an kendimizi tüm çıplaklığıyla görebilmemiz için yepyeni bir fırsat. Yoga insanın kendisine yakışanı giymesi değil, kendisine ait olmayan kıyafetleri çıkarmasıdır. Esas giyinme, soyunmadır.