Nasrettin Hoca’yla ilgili bir Sufi öyküsü vardır. Hoca, gecenin bir vakti oturduğu sokakta bir gürültü koptuğunu duyar. Karısı ona çıkıp bakmasını söyler ve o da bir sürü tartışmanın sonucunda sırtına battaniyeyi atıp dışarı çıkar. Sokakta onlarca insan ve gürültü vardır ve birisi onun battaniyesini çalar.
Hoca eve çıplak döner ve karısı, “Dertleri neymiş?” diye sorunca da “Göründüğüne göre benim battaniyemmiş çünkü onu aldıkları anda herkes yok oldu. Sana beni oraya gitmeye zorlama demiştim. Şimdi battaniyemi yitirdim ve eve çıplak döndüm. Bu işe burnumuzu sokmamamız gerekiyordu.” diye yanıt vermiş.
Hocamız akıl yürütüp “battaniyeyi alır almaz ortadan kayboldukları” gibi mantıklı görünen bir açıklamada bulmuştu ve zavallı Hoca belki de tüm dertlerinin bu olduğunu düşünüyordu… “Gecenin bir vakti evimin önünde tartışıp gürültü yaptılar ve benim karım sonunda beni dışarı çıkıp battaniyemi kaybetmeye ikna etti!”
Zihnimiz sürekli olarak mantık yürütür ve bazen her şey zihnimizin söylediği gibi doğru görünebilir, çünkü bunu bazı savlarla destekler. Ancak şunu bilmeliyiz ki bu dünyada kimse bizi zihnimiz kadar iyi kandıramaz!
Zihnimiz bizi kılıktan kılığa sokarak kendimiz olmak yerine, başkalarının fikriyle harekete geçirmeye, özümüzü duymamaya, karmaşaya ve korkuların bizi yönetmesine izin verir.
Bizler, sevgiyiz. Ama gerçekten sevginin bile ne olduğunun farkında değiliz. Birçoğumuza sorduğumda sevgiyi bağımlılık olarak gördüm ve dedim ki “Bağımlılık bizi iyileştirmez, daha da çok kaosa, güvensizliğe, karmaşaya iter.”
İnsanlar kendi kendileriyle savaşmakla fazlasıyla meşguller. Enerjileri olmadığı gibi kendileriyle savaşmaktan başka hiçbir şeye ayıracak zamanları da yok. Tüm yaşamları iniş ve çıkışlarla dolu, ezen mi yoksa ezilen mi olduklarını anlamaya çalışmakla geçiyor. Hayatlarını tamamen alt üst edebiliyorlar ama doğalarını tamamıyla yok edemiyorlar. Ve kişiliklerini de bir kenara bırakamıyorlar çünkü kişilikleri, atalarını, ebeveynlerini, öğretmenlerini, tüm geçmişlerini içinde barındırıyor. O, onların sahip olduğu miras ve ona sıkı sıkı tutunuyorlar.
Öfkelendin ve bin kere bundan üzüntü duydun ve yine de defalarca daha öfkeleneceğin ve defalarca daha bundan üzüntü duyacağına inanamıyorsun. Yapmakta olduğunu tamamıyla uyanık bir şekilde yaptığın söylenemez. Yaşamda tıpkı bir robot gibi yalnızca mekanik eylemleri yerine getiriyorsun. Acı çekiyor ve değişmeye karar veriyorsun ama değişme zamanın geldiğinde bunu tamamen unutuyorsun.
“Kendine 24 saat ver”
Bir gün babası, kahramanımızı yanına çağırıp “Ben ölüyorum ve sana miras olarak bırakabileceğim bir şeyim yok. Yalnız sana vermek istediğim bir tavsiye var. Şimdi can kulağıyla beni dinle ve söylediklerimi tekrar et.” der.
“Birisi sana hakaret ettiğinde, küçük düşürdüğünde ya da incittiğinde hemen tepki gösterme. O kişiye, ‘Yirmi dört saat beklemen gerekiyor, sana ancak o zaman yanıt vereceğim. Bu benim için kutsal bir şey. Bu benim ölüm döşeğindeki babama verdiğim sözdür.’ demen gerekiyor. Yirmi dört saat bekledikten sonra o kişiye geri dön. O yirmi dört saat içinde onun haklı olduğunu veya olmadığını ama tartışmanın da tamamen aptalca olduğunu gör.
O yirmi dört saat sana daha dikkatli olabilme şansı veriyor. İnsanlar, tıpkı makine gibi, her şeye anında tepki gösteriyor. Karşındaki kişinin haklı olduğunu görürsen gidip ona teşekkür et. Haksız olduğunu gördüğünde de gitmene gerek yok. Eğer gitmek istiyorsan da gidip ‘Yanlış anlamışsın gibi görünüyor.’ de.” Ve yine kahramanımız der ki “Babamın verdiği bu basit tavsiye tüm yaşamımı dönüşüme uğrattı çünkü bana belli bir farkındalık, belli bir uyanış sağladı. Hiçbir şeyi anında, hemen yapamıyordum. Yirmi dört saat beklemek zorundaydım. Ve yirmi dört saat boyunca kızgın kalamıyorsun.”
Merkezinize merkezlenin!
Kendinizi olabildiğince merkezinizde tutun. Küçük şeylerin sizi etkilemesine izin vermeyin. Biri öfkelidir ve size hakaret eder. Siz de saatlerce bunu düşünürsünüz. Biri bir şey söyledi diye bütün geceniz berbat olur…
Öğrenmemiz gereken tek şey dövüş-kaç yerine dinlenmeyi bilmek. Bu da bize, hayatlarımızı dönüştürebilmemiz için yardım eder.
Elbette kolay olmayabilir. En önemli adım, adım atabilmek. Gerçekten çok ama çok güçlüyüz ama bir kenarda durup birinin bize yardım etmesini bekliyoruz. Ama aslında tek kurtarıcı kendimiziz.
Ölümün eşiğinde bile olsak her şey ama her şey değişebilir.
İnançlarımızdaki değişiklikler bizi isteklerimize kavuşturur.
İstek yaşam gücüdür, varlığımızın bir ateşidir. Başka hiçbir şey istemez, yalnızca kendisinin bütünüyle açığa çıkmasını ister. Tohum olarak kalmak istemez, yalnızca bir düş olarak kalmak istemez; gerçekliğe dönüşmek, gerçek bir olgu olmak ister.
İstek, kişinin kendi kaderini yerine getirmeye dair duyduğu özlemleridir de.
Yaşam kısa değildir, yaşam sonsuzdur. O sonsuzlukta en güzeli yaşamaya ne dersiniz?
Şu anda bulunduğumuz yerdeyiz. “Geçmişim neden böyle acılı veya sıkıntılı ya da geçmiş neden daha güzeldi? Gelecekte neler olacak?” Bu iki soru ve onların çeşitlemeleri bizi öyle meşgul ediyor ki şu anda burada olduğumuzu unutuyoruz.
Tam anlamıyla, “gerçek olmayan” bir sanal gerçeklik yaşamaya başlıyoruz, çünkü zihnimiz bulunduğumuz yerden başka her yerde! Dünde, on sene öncesinde, yarında, on sene sonrasında… Geçmiş senaryoları düşünüyorsunuz. Biliyorsunuz, hiçbir şeyi tarafsız hatırlamıyoruz, hep kendi bakış açımızdan görüyoruz durumları, yani o hatırladığınız şey büyük ihtimalle tam olarak doğru değil. Gelecek senaryoları… Belki mutlu son filmleri ya da korku filmleri yazıyorsunuz. Belki dua edip bekliyorsunuz yıllardır bir şey yapmadan. “Gelecek ne zaman gelecek?” diyorsunuz.
Bu bana Nasrettin Hoca’yı hatırlattı. Hoca uyurken evine hırsız girmiş. Aslında gerçekten uyumuyor da gözlerini kapalı tutuyor, arada bir de açıp hırsızın neler yaptığına bakıyormuş. Ama kimsenin işine karışmak da ona göre değilmiş. Hem hırsız onun uykusuna karışmadığına göre, o da adamın mesleğine niye burnunu sokacakmış ki? Bırak ne yapacaksa yapsın. Hırsız bu adamda bir gariplik olduğunu sezip biraz endişelenmeye başlamış. Evde ne var ne yoksa dışarı taşırken arada elinden bir şey kayıp düşse, gürültü çıksa bile adam bir türlü uyanmıyormuş. Hırsız böyle bir uyku halinin insan ancak uyanıkken olabileceğinden işkillenip, “Bu ne acayip bir adam ki evini olduğu gibi boşaltmama rağmen gıkını bile çıkartmıyor.” diye düşünmüş. Bütün eşyaları, yastıkları, ne var ne yoksa hepsini olduğu gibi dışarı çıkarmış. Tam her şeyi kendi evine taşımak üzere bir araya getirip bağlamaya başladığında birinin onu takip etmekte olduğu hissine kapılmış. Bir de dönüp bakmış ki peşindeki adamla evde uyuyan adam aynı kişi. “Neden peşimden geliyorsun?” diye sormuş. “Peşinden filan gelmiyorum, beraberce taşınıyoruz işte. Her şeyi aldığına göre ben evde bir başıma ne yapayım? Ben de mecburen seninle geliyorum.”
Bu rahatlık Doğu’ya mahsustur, ölüm konusunda bile Doğu bu hissini sürdürür: Sadece evi değiştiriyor olmak…
Hırsız paniğe kapılmış: “Affet beni, eşyalarını geri al.” Hoca şöyle yanıt vermiş: “Buna hiç gerek yok. Ben zaten taşınmayı düşünüyordum. Baksana ev harabeden beter durumda. Hem ben de çok tembel bir adamım. Birinin bana bakması gerek. Her şeyi götürüp de beni burada tek başıma bırakmanın alemi var mı?” Hırsız hayatı boyunca bu işi yaptığı halde hiç böyle birine denk gelmediği için korkuya kapılmış. Bir kez daha “Her şeyi geri al” demiş. Hoca bu kez “Yoo!” demiş. “Planda hiçbir değişiklik yapmayacağız. Sen bu eşyaları olduğu gibi taşıyacaksın. Yoksa doğru karakola giderim. Sana efendi gibi davranıp hırsız demiyorum, bana göre sadece taşınmama yardımcı olan bir adamsın.”
Oysa bu yazının başlığını ilk gördüğünüz an bile geçmişte kaldı, şu anda bu sözcükleri okuyorsunuz.
BURADASINIZ. BURASI TARAFSIZ. BU AN sadece BU AN. Ve ben şu anda BURADAYIM. BURADA.
Gelin birlikte bu ana odaklanalım. Burada ne var? Her şey ve hiçbir şey. Sonsuz potansiyel ve boşluk. Bu ana nefes alalım, bu ana nefes verelim, haydi şimdi. Ağır, uzun nefesler, bir iki tane daha… Anı hissedin… Belki bedeninizi hissetmeye de başlarsınız. Kürek kemiklerinizin arasındaki o tutulmuş kası, başınızın ağırlığı ya da hafifliğini, kolunuzdaki hafif kaşıntıyı ya da göğüs kafesinizin genişlediğini fark edersiniz. Ve bir nefes daha… Tekrar ana geliyoruz. Bedeni hissettiğimiz an da geride kaldı. Yavaş… Sakin…
Sevgiyle kalın.