Kendi içinize döndüğünüzde içinizdeki asıl kişinin nasıl biri olduğunu görebiliyor musunuz? Dünyayı bir puzzle gibi düşünürsek, her birimiz ayrı bir parçayız aslında. Ama aynı zamanda da tam ve bütünüz. Bu yüzden kendimiz olmalı, kendi yerimizde kalarak yol almalıyız…
Bedenlerimizi fiziksel ve ruhsal katta rahatlatmak adına merkezlerimizde kalmayı öğrenmemiz gerekir ki kendimiz olabilelim. İçimizde ve dışımızda sadece kendimiz. Bunu da merkezlerimize kendimizi koyarak ve sessizliğin sesini dinleyerek yol almak şeklinde. Hırs, arzu, öfke, kin, nefret gibi duyguları bir kenara bırakmak ki bıraktıça içimizde Altın Yola ulaşmak ve Altın olduğumuzu bilmek.
En iyi ve basit yöntem şudur; Sessizliğin sesini duyabilmek… Sessizce oturmayı bile yapamıyoruz, sürekli pozisyon değiştiririyoruz.Sessizce yatamıyoruz, bütün gece bir sağa bir sola dönüp duruyoruz.. Bu bir rahatsızlıktan, zihnimizin derin bir rahatsızlığından başka bir şey değildir.
Her birimiz dinlenebilmeyi öğrenmeliyiz. Zihnimiz devamlı hareket halinde. Hep olumsuz duygu ve düşüncelerimizle zihnimizi susturmadıkça kalple bağlantımızı kuramıyoruz. Beynimiz bu durumda kimyasal salgılayarak bizi daha çok strese sokuyor ve rahat olamadığımız için merkezimizden kopuyoruz.
Burada bir hikayeyle durumu daha da anlaşılır hale getirmek istedim.
Bu son derece inanılmaz görünse de taşıdığı anlam müthiş derecede önemlidir. Ressamın söylediği şey, kişi o resimde kaybolamadığı sürece resmin resim olmadığıdır. Eski bir Çin hikâyesine göre resme karşı büyük bir ilgisi olan ve büyük bir koleksiyona sahip olan bir imparator en güzel resmi yapana çok büyük bir ödül vereceğini duyurmuş.
Ülkenin en iyi ressamları başkentte toplanıp çalışmaya koyulmuşlar. Ressamlardan biri, “Bu benim en azından üç yılımı alır” demiş. İmparator, “Ama ben çok yaşlıyım” diye itiraz etmiş.
Ressam, “Endişelenmenize gerek yok” demiş. “Ödülü bana hemen verebilirsiniz. Siz hayatınızdan emin olamasanız bile ben resmimden eminim. Ödülü talep ediyor da değilim. Yalnızca daha önce hiç yapılmamış bir iş yapacağımı söylüyorum. Size bir resmin aslında nasıl olması gerektiğini göstermek istiyorum; yani ne kadar ömrünüz olduğunu unutun, ödülü de unutun. Bana üç yıl ve sarayda ayrı bir yer verin. Ben çalışırken kimse oraya gelemez; üç yıl boyunca yalnız bırakılmam gerekiyor.”
Her gün imparator için heyecanla dolmuştu. Adam çok ünlü bir ressam olmakla kalmayıp aynı zamanda bir Zen ustasıydı da. Sonunda o üç yıl geçti ve ressam imparatoru çağırıp o odaya aldı. Tüm duvar boyunca güzel dağlık bir ormanın resmini yapmıştı. Şelaleler ve ormanın çevresini dolanan sonra ağaçların, dağların arasında kaybolan küçük bir yol vardı.
Resim öylesine canlı, öylesine üç boyutluydu ki imparator bunun bir resim olduğunu tamamıyla unutarak ressama, “Bu yol nereye gidiyor?” diye sordu.
Ressam, “Bu yolu daha önce hiç takip etmedim ama birlikte yürüyüp nereye gittiğini görebiliriz” diye yanıt verdi.
Hikâyeye göre ressamla, imparator bu yolu takip edip, ormana girmişler ve bir daha da geri dönmemişler. Resim hâlâ durur ve iki kişinin o yolun üzerindeki ayak izleri görünür.
Manzaranın bir parçası olamadığın sürece bir şey seni ayrı tutmaktadır; kendine günbatımı veya gündoğumu da olsa onunla bütünleşme, bir olma iznini vermiyorsun demektir.
Sessizlik içinde olan, kendinin farkında olan kişi farklı yollarla, yaşamın farklı yönleriyle kaybolmayı öğrenmelidir. Onlar senin artık olmadığın anlardır, yalnızca saf sessizlik, dipsiz bir kuyu, bir gökyüzü, üzerinde hiçbir kıpırtı olmayan sessiz bir göl kalmıştır. Onunla bir olmalısın. Ve gereken tek şey oradan geçen biri, bir turist, acelesi olan biri olmamak. Otur ve rahatla. Sessizliğe, derinlere bak ve derinliğin gözlerine nüfuz etmesine izin ver ki benliğine kadar ulaşabilsin.
Bir an gelecek ve bakanla bakılan, gözlemleyenle gözlemlenen bir olacak. O an senin seni bildiğin andır ve varoluşta bunun dışında altın deneyim yoktur. Bu altından deneyimler senin olabilir… Kendini sonsuz, senin taşıyamayacağın kadar büyük bir şeyin içinde kaybedebilmen için yalnızca biraz sanat, birazcık hüner gerekir. Ama o seni taşıyabilir. Ve bunu ancak onun seni taşımasına izin verdiğinde deneyimleyebilirsin.
Unutmaman gereken ikinci şey de yaşamın kısa değil sonsuz olduğu ve bu yüzden de aceleye hiç gerek olmadığıdır. Acele etmek yalnızca bir şeyleri kaçırmana neden olur.
Varoluşun acele içinde olduğunu gördün mü hiç? Mevsimler zamanında gelir, çiçekler zamanı gelince açar, ağaçlar hayat kısa diye hızla büyümek için koşuşturmazlar. Tüm varoluş yaşamın sonsuzluğunun farkında gibi görünür.
Biz hep buradaydık ve hep burada olacağız; tabi ki aynı biçimlerde, aynı bedenlerde değil. Yaşam evrimleşmeye, daha yüce evrelere erişmeye devam ediyor. Ama bunun bir sonu olmadığı gibi, bir başlangıcı da yok.
Dünü bırakın, yarını bırakın. Buraya gelin. Tam buraya, yaşadığınız ana. Farkındalığınızı takdir edin. Zihniniz ve kalbiniz muhteşem. Anda onları hissediyorsunuz. Anda siz sizsiniz. Anda bağımsızsınız. Anda harikasınız. Tam burada.
Peki, bu an nasıl hissettiriyor? Aceleye gerek yok, ama geçmişte kalmaya da gerek yok. Bir sonraki bu ana geçiyoruz. Belki gözlerinizi kırparsınız, belki dışarıdaki hayat sesleri sizi rahatlatır ya da dikkatinizi dağıtır. BEN BURADAYIM. Kalbiniz, sizi bir ömür destekleyen kalbiniz, hep burada. O geleceği düşünüp, “ben sonra atarım, şimdi dün nasıl atmıştım onu düşüneyim” demiyor. O burada ve bu anda. Belki “seni seviyorum kalbim” dersiniz.
Ve anda kalmaya devam ediyoruz. Burada hiçbir şeyin önemi yok. Burada kimse bir şey istemiyor. Burası rahat. Şimdi belki küçük benliğiniz araya giriyor, “Bu yazı nereye gidiyor?” diyor. “Haydi çabuk, yapacak başka işlerim var.” Ve siz de dersiniz ki, “Ben buradayım sevgili egom, sen de buradasın. Buradan, bu andan, şimdiden başka bir yer yok.” Ve izin verin bir dalga rahatlama yukarıdan aşağıya aksın, sizi süpürsün… Burası… Sadece… Burası… Şimdi…
Böylece birkaç saniyede ana odaklandınız. Bir çırpıda ufak bir meditasyon yaptınız. Aslında çok kolay, değil mi?
İşte an’da kalarak kendimiz olduk. Sadece kendimiz.